Stresin Aşamaları

Stresin Aşamaları Nelerdir?

Stres, kişilerin doğal düzenini değiştiren, kişiler üzerinde psikolojik, fiziksel, davranışsal ve sosyal etkileri olan özellikli bir durumdur. Bireylerde çeşitli nedenlerle ortaya çıkan strese karşı beden, farklı savunma mekanizmalarıyla yanıt vermeye çalışır. Kişinin bedenen strese karşı oluşturduğu bu savunma mekanizmaları, stresin hem belirtileri hem de sonuçlarıdır. Strese neden olan faktörler kişilere göre farklılık gösterse de strese karşı bünye benzer tepkiler verir. Tehdit ya da uyarıcı ile karşılaşıldığında beyindeki hipotalamus, bedene belirli işaretler yollar, bu işaretle de bedensel tepkiye dönüşür. Enerji için hormon üretimi yükselir, şeker ve yağlar kana karışır, solunum ve kalp atışları hızlanır, kan basıncı artar, kaslar gerginleşir, gözbebekleri genişler. Bu durum bedenin ve beynin kendini savunma 6 mekanizmasıdır. Hemen hemen her bireyin stresi algılamasında bireysel faktörlerine bağlı olarak bazı farklılıklar vardır.

Hans Selye tarafından geliştirilen teori genel “uyum sendromu” olarak bilinmektedir. Amaç, uyaran karşısında otonom faaliyetler ve hormonal cevapla bedenin iç dengesinin korunmasıdır. Genel uyum sendromu teorisine göre bireyin strese tepkisi üç aşamada gerçekleşir. Bunlar alarm, direnme ve tükenme aşamalarıdır.

Stresin Aşamalarından Alarm Aşaması

Stresin niçin ruhsal ve fiziksel problemlere yol açtığını anlayabilmek için stres yaşandığında organizmada ne gibi değişiklikler olduğunu da bilmek gerekmektedir. Organizmada bir dizi biyolojik değişim gerçekleşir. Burada iki farklı sistem söz konusudur. İlki olan “sempatikadrenomodüler” (SAM) sistem, kaynakları harekete geçirmek amacıyla ve “kaç ya da savaş” tepkisine hazırlanmak için tasarlanmıştır (Gunnar ve Quevedo 2007). Savaş ya da kaç tepkisi sırasında meydana gelen fiziksel ve kimyasal değişmeler neticesinde birey, stresör ile yüzleşmeye ya da kaçmaya hazır hale gelir. Savaş ya da kaç tepkisinin ortaya çıktığı alarm aşamasında organizmada görülen değişiklikler şunlardır:

  • Solunum sayısını arttırarak bedene daha çok oksijen sağlanır.
  • Kan basıncı yükselir, kalp ritmi hızlanarak kan dolaşımı süratlendirilir, her bölgeye daha çok kan
    gider.
  • Kaslar daha gergin hale gelerek kuvvet gerektiren işlere hazırlık sağlanır.
  • Sindirim faaliyetleri yavaşlar, bu bölgedeki kan öncelikle beyine gider, bağırsak ve mesane kasları
    gevşer.
  • Göz bebekleri büyür, ışığı daha fazla algılayarak uyanık olma sağlanır.
  • Karaciğer ve kaslarda depolanmış yağ ve şeker kana karışır, vücuda gereken enerji daha kolay
    sağlanır.
  • Kanda alyuvar sayısı artar, böylece beyine ve dokulara taşınan oksijen miktarı artar, kan
    pıhtılaşma işlemi yavaşlamaya başlar. Çünkü heparin salgılaması artmıştır.
  • Beş duyu uyanık hale gelir, dış algı artar, herhangi bir dış tehlikeden haberdar olmak için bu
    mutlaka gereklidir.

Alarm aşamasında strese neden olan etkenler ve bunların yoğunluğu arttığı ölçüde stres eğrisi normal direnç seviyesinin üzerine çıkarak normal davranıştan sapmanın ilk işaretleri verilmeye başlanır. Eğer bu aşamanın sonunda savunma mekanizması başarılı ise beden normale döner. Stres durumunun devam etmesi halinde direnme aşamasına geçilir.

Stresin Aşamalarından Direnme Aşaması

Alarm aşamasını uyum ya da direnme aşaması takip eder. Direnme aşaması bedenin tepki düzeyinin en yüksek noktasını oluşturur. Bu safhada beden, dengeleyici kaynaklarını etkili biçimde kullanarak fizyolojik bütünlüğünü muhafaza etmeye çalışır ve baskı yaratan değişikliklere karşı direnir. Direnme aşamasında strese neden olan faktöre karşı vücut direncini yükseltir ve bedenin direnci normalin üzerine çıkar. Strese neden olan faktörlere uyum sağlanırsa, kaybedilen enerji yeniden kazanılmaya başlar, alarm aşamasında oluşan zararlar onarılır ve vücut normale döner. Direnme safhasında stresin ortadan kalkmadığı ve etkisinin devam ettiği hallerde beden tükenme aşamasına girer.

Stresin Aşamalarından Tükenme Aşaması

Direncin azalıp, beden kapasitesinin tükenmesi ve hastalıkların başladığı safhadır. Stres, sempatik sinir sistemini uyaran hipotalamusta başlar. Bunu takiben böbreküstü salgı bezleri, epinefrin olarak da bilinen adrenalin ve noradrenalin salgılar. Bunların kana karışmasıyla beraber kalp atışı hızlanır. Aynı zamanda vücudun daha çabuk bir şekilde glikoz metabolize etmesini sağlar (Butcher, Mineka ve Hooley, 2013). Strese verilen tepkide rolü olan ikinci sistem, “hipotalamik-hipofiz adrenokortikal” (HHA) sistemidir. Hipotalamus, sempatik sinir sistemini uyarmanın yanı sıra, “kortikotropin salgılatıcı hormon” (KSH) olarak adlandırılan bir hormon salgılar. Kanla beraber bedene yayılan bu hormon, hipofiz bezini uyarır. Hipofiz bezi bunun üzerine “adrenokortikotropik hormon” (AKTH) salgılar. Bu hormon böbreküstü bezi korteksini uyararak “glukokortikoid” olarak adlandırılan stres hormonlarının üretilmesini sağlar. İnsanlarda üretilen bu stres hormonu, “kortizol” olarak adlandırılır. Kortizol, acil durumlarda çok işe yaramaktadır. Organizmayı kaçmaya veya savaşmaya hazırlar. Aynı zamanda doğuştan gelen bağışıklık tepkisini engeller. Bir diğer ifadeyle, bir yaralanma durumu olduğunda bedenin yangısal tepkisi ertelenir. Kurtulma, iyileşmeden daha önceliklidir. Bunun yanında kortizol hormonunun olumsuz bir işlevi de bulunmaktadır. Kortizol üretimi sonlandırılmazsa beyin hücrelerine, özellikle de hipokampuse zarar verebilir. Bundan dolayı beyinde kortizolü algılayan reseptörler bulunmaktadır. Bu reseptörler, stres tepkisinde rol oynayan salgı bezlerinin faaliyetini durdurmak için tasarlanmış bir geribildirim mesajı yollamaktadır.

Stres fiziksel gerginliğe neden olan bir duygudur. Bizi endişeli veya korkmuş hissettiren herhangi bir olay ya da durumdan kaynaklı olarak ortaya çıkabilir. Aslında küçük miktarda stres hormonu olumlu olabilir 9 ve bizi tehlikeli durumlar için uyarabilir. Ancak stres devamlı bir duygu haline gelirse sağlığımız için zararlı olabilir.

Düşünme, hissetme ve inanç yollarımızla kortizol seviyemiz üzerinde etki sahibi olabiliriz. Ayrıca bilimsel kanıtlar gösteriyor ki bazı düşünce biçimlerimizi değiştirerek beyin hücrelerimizin biyokimyasal aktivitelerini de değiştirebiliriz. Mizah eksikliği, devamlı tahrik olma, kızgınlık gibi belirtiler yüksek kortizole işaret eder. Bunun gibi diğer belirtiler iştahsızlık ya da aşırı yeme veya sebepsiz kronik yorgunluk olabilir.

Stres ve Oksitosin Hormonu

Oksitosin hormonu, hipotolamustan gelen uyarılar ile hipofiz bezinden salgılanır. Bundan dolayı hipotalamustan gelen uyarılar oksitosinin salınımını baskılayabilir. Stres meydana getiren her durum oksitosin salınımının azalması ile sonuçlanacaktır. Oksitosine “sevgi hormonu” da denilmektedir. Oksitosinin seviyesi doğum, emzirme, cinsel aktivite ve çok sevilen bir kişi görüldüğünde artmaktadır (Mete, 2013; Romano ve Lothian, 2008). Korkulu ve stresli durumlar oksitosin sistemini uyararak hem merkezi sinir sisteminde hem de merkezi sinir sisteminin dışında oksitosin salınımına sebep olmaktadır (Neumann 2007; Say ve Müjdeci, 2016). Oksitosin, stres ve anksiyete ile ilişkisinde çift yönlü bir işlev görmektedir. Oksitosin, strese bağlı olarak oluşan belirtilere etki etmesinin yanında strese cevap olarak da salınmaktadır. Yapılan çalışmalar göreceli olarak sınırlı olsa da, oksitosinin stres azaltıcı etkisinin olduğu bildirilmiştir.

Oksitosin hormonunun, toplumsal eğilimlerin düzenlenmesi, bağlanma, sosyal destek, anne davranışı ve güvenin yanı sıra strese ve kaygıya karşı korunmada anahtar rol oynadığı bilinmektedir (Eşel, 2007). Oksitosinin etkilerinden biri de stresle tetiklenen kortizol salınımını baskı altına alarak kaygıyı azaltması ve güven duygusu oluşturmasıdır (Heinrichs ve ark., 2003; Heinrichs, von Dawans ve Domes, 2009; Say ve Müjdeci, 2016). Yapılan bir araştırmada, tartışmadan önce çiftlere verilen oksitosin hormonunun kortizol ve anksiyete seviyesini azalttığı, pozitif iletişimi ise arttırdığı görülmüştür (Ditzen ve ark., 2009). Oksitosin salınımının beyinde dokunma, müzik ve güzel kokular ile uyarıldığı bulunmuştur. Meditasyon, aromaterapi, sanat terapisi gibi alternatif terapilerin oksitosin hormonu salınımını arttırdığı değerlendirilmektedir (Uvnas-Moberg ve Petersson, 2005).

Dr. Uğur ÖZDEMİR